|


TUS DİYE BİRŞEY

1993 yılının yazıydı. Galiba hayatımda hiç bir yaz o yaz kadar mutlu olmamıştım. ÖSYM’nin sınav sonuçlarını sınav sonuç gazetesinden duyurduğu yıllardı. Televizyonlardan sınav sonuçlarının açıklandığı öğrendiğimin günün ertesinde az sayıda çıkan sınav sonuç gazetesinden alabilmek için sabahın erken saatlerinde gazete bayiinin önüne kümelenmiştim. Gazeteyi elime aldığımda binlerce ve ancak mikroskop altında okunabilecek sıralı kazanan aday numaraları arasında, numaramı bulmam saniyeler içinde gerçekleşmişti. Aday numaram bütün heybetiyle anında gözüme ilişivermişti. Numaramın yanında da pırıl pırıl parıldayan hayallerim öylece duruyordu…tıp…

Sevinçten sanki göklere uçuyordum. İşte bu dedim…bu…Bende doktor olmuştum. Başarmıştım. Benim doktor olanlardan neyim eksikti ki?

Sıra başarımın etrafa duyurulmasına gelmişti. Bu görevi de annem ve babam kolaylıkla üstlenmiş ve kazandı haberini bir yada en geç iki gün içerisinde en distaldeki gerekli gereksiz kişilere duyurmuştu. Artık herkes falancanın oğlu tıp’ı kazanmış diyordu. Müthiş bir gurur yaşıyordum. Haklı bir gurur.

Bekle beni insanlık!.Bekle beni hastalıklar!. Artık görün doktor neymiş, nasıl doktor olunurmuş ve hastalıklar nasıl tedavi edilirmiş…Fakültem bugüne kadar böyle bir öğrenci görmüş mü

…Bekleyin…

Derken yazın gizemli havası ve rüya gibi 2 ay geçmiş ve fakültemin yolunu tutmuştum. Fakülteye ilk adım attığımda da hala akıllanmamıştım…

Dekanda kim oluyor…

Hocalarda kim oluyor…

En büyük doktor geldi…

Savulun…Çabuk kaydımı yapın…

Kırmadılar beni, kaydımı yaptılar. Başlattılar beni 1.sınıfa. Artık bundan sonra sayısını hatırlayamayacağım darbelerin ilkini, daha 1.sınıfken daha körpe bir bedenken yaşattılar bana. Nerde hasta?, nerde steteskop? nerde beyaz önlük? haniler? nerde hayallerim?

Allah’dan haftada iki gün yaptığımız anatomi paratikleri imdadıma yetişiyordu da o sayede önlük giyip fakülte bahçesinde gururlu bir şekilde geziyor, yer soranlara büyük bir iştah ve hazla gideceği yerleri tarif ediyordum.

Derken 1.sınıfı tamamlamıştım. Yine mutluydum yine gururluydum. Memleketime biran önce ulaşmalı ve insanların içine karışmalıydım. Ve onlara artık doktor olduğumu hissettirmeliydim. Galiba kısa sürede de kolaylıkla hissettirmeyi başardım. Artık herkes bana ”doktor” diye hitap etmeye başlamıştı. O kadar keyif bir hitap şekliydi ki galiba hayatımda doktor kelimesinin en anlamlı ve en içten olduğu yılları yaşıyordum.

Komşumuz emine teyze, ilçemizdeki doktorun yazdığı romatizma ilacını bana soruyor, fatma halam da artık tansiyonlarını bana ölçtürüyordu. Sistolun ve diyastolun anlamını bilmiyor onlara bende büyük ve küçük tansiyon diyordum. Ama fatma halamda büyük ve küçük tansiyon diyordu. Terminolojimiz aynıydı. Yani anlaşıyorduk. İkindi çaylarının ve akşam misafirlerinin vazgeçilmez tansiyon ölçücüsü olmuştum…Ama mutluydum yaaa…hem de çok..

Derken yıllar geçmiş ve kliniklere ulaşmıştım. Artık devamlı önlük giyiyor ve önlüğün üstünde, törenle satın aldığım ve özenle taşıdığım stetoskopum duruyordu. Rengi siyahtı. Ve çoğu kişide bulunan gri renkli stetoskoptan kolaylıkla ayırdediliyordu. Her ne kadar stetoskopumla hiç üfürüm duyamasam da, hiç ral duyamasam da hummalı bir şekilde hastayı muayene eder, elimi sırtına koyup 40-41 diye saydırır, kalbi dört odaktan, karnı dört kadrandan en az birer dakika dinlediğim günler geçiriyordum. Vizitlerde önce hoca dinler sonra sırayla bize dinletir ve duydunuz mu? diye sorduğunda cevabım hiçbir şey duymadığım halde hep evet olurdu. Duymasam da stetoskopumun yeri hep aynıydı. Boynumdan sarkar dururdu ve yıllarca da öylece durdu orda. Onu taşımaktan hiç bıkmadım, usanmadım…yılmadım…

Önlüğüm, stetoskopum derken dilimizde yavaş yavaş tıbbi terimlere dönmeye başlamıştı. Koledokolityazis, gastrojejunostomi, enterohepatik sirkülasyon, ankilozan spondilit… Bu ve buna benzer tıbbi terimleri keyifle öğrenir ve arkadaş sohbetlerimizde de mümkün mertebe telaffuz etmeye özen gösterirdik. Tıbbi terimleri henüz öğrenmeye başladığımız bu dönemde yeni bir terim daha öğrenmiştim. Bundan sonraki dekadlarımı yakından ilgilendirecek birşeydi o…TUS diye birşey

Ne idi bu TUS? Herşey güllük gülistanlık giderken nereden çıkmıştı?Anlaşılan kazın ayağı hiçte öyle değildi. Herşey böyle güzel gitmemeliydi. Bir yer de bir sakatlık vardı ama ne? İnsanlar çay sohbetlerinde, yemek sırasında ve vizit aralarında TUS diye birşey sayıklayıp duruyor ve onun için çok önemli bir sınav diyorlardı. Annem bile sınavı duymuş ve adını benden daha iyi telaffuz eder hale gelmişti.

Asistanlarda arada bir TUS’a çalışıyor musunuz? Şimdiden başlayın gibi abuk subuk laflar ediyorlar ve daha yeni ÖYS gibi bir sınavdan başarıyla çıkmış körpe bedenimin fizyolojisini ve kimyasını allak bullak ediyorlardı. Ne yani yine bir sınav mı var. Ben yeni ÖYS kazanmıştım ama. Türkiye’nin en iyi doktoruydum hani… ne sınavıydı bu şimdi durup dururken…

Derken kendimi sınavın içerisinde buluvermiştim. Gecemle gündüzümün karıştığı, artık doktor diye hitap ettiklerinde mutlaka bir hastanın gaytasını taşıttıracaklarını düşündüğüm, tansiyon ölçmekten nefret ettiğim günler gelmiş çatmıştı. Bu dönemde o şehir efsanesi gitmiş yerine; düşünemeyen, soru soramayan, sorduğunda fırça yiyen eğitimli sıkı bir portör, cerrahi asistanına çay taşıyan bir garson, acildeki onbaşının acıyarak baktığı bir varlık, hemşirenin azarladığı indirgenmiş sahipsiz bir yaratık gelmişti.

Bu şartlar altında ilk kez adını ”TUS diye birşey” diye öğrendiğim sınava hazırlanıyordum. Ve hep başarılarla dolu, hep çıkışlarla dolu olan hayatımda ilk kez gözümün önünde inişler oluyor ve ben bunları engelleyemiyordum. İlk kez bu kadar dramatik ve trajik bir durumla karşılaşmıştım. Arkadaşlarıma baktım onlardan da hayır yoktu. Kimse benden farklı değildi. Artık ”benim oğlum doktor olacak” diye övünen annem ve babam doktor olacağımı unutmuş ve adım başı bana TUS‘u mutlaka kazanmam gerektiğini söyler durur olmuşlardı. Son ve önemli bir kale de böylece düşmüştü. Galiba köprüden önce son çıkışı kaçırmıştım…Artık stres, sıkıntı ve heyecan bundan sonra hayatımın bir parçası olacaktı galiba…

Günler hızla geçmiş ve sınava girmiştim. Birincide olmadı belki ama ikinci TUS’da istediğim yer olan İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları‘nı kazanmıştım… Kazandım kazanmasına ama… Herşeyin yeni başladığını ve daha acımasız olduğunu farketmem pek uzun sürmemişti….

Bu sadece benim hikayem mi?

Hayır değil!

Bu benim, senin hikayen…her tıp’lının hikayesidir..

Ben şimdi ne mi yapıyorum? Bir zamanlar sadece kendi sınavımın derdini, sıkıntısını, tasasını, sevincini yaşıyorken şimdi bizimle birlikte TUSDATA çatısı altında olan tüm arkadaşlarımın, meslektaşlarımın derdini, sıkıntısını, tasasını ve sevincini paylaşıyorum… Eskiden sadece kendi girdiğim sınavın sonucunu heyecanla beklerken, şimdi TUSDATA‘nın herbir gönüldaşının sonucunu beklemeye başladım. Unutmayın üzüldüğünüzde de sevindiğinizde de belki yanınızda belki sizden 1000 km uzaklıkta birisi de sizin duygularınızı paylaşıyor.

Belki inanmazsınız ama…Sizden daha çok…

Dr. Fatih SELÇUKBİRİCİK

Bu yazı 6623 defa okundu.


Yazarın diğer yazıları :

Yorum yapın :